3 Ocak 2013 Perşembe

Şarkılar ve İçkiler


Asfaltın uzandığı bir yolda daha yürüyordum işte,

Ceplerimde paradan ziyade yokluğumun içine işlediği ceplerindeki soğukluğuyla,

Yatağıma kaçmak,

Kaçıp kaybolmak yaşadığım tüm gerçekliklerden,

Ve bulmak rüyalarımda,

Uyanıkken aradığım yolu...

Elbiselerimden daha da, örtüp okşayan bir şey olmadı bedenimi hala,

Dudaklarım hasret öpüşmeye,

Gerçek aşkla,

Bir bıçak,

Dilimlemeden önceki zamanda,

Ve sonrasında,

Umrumda değil

Hiç bir şey

Şarkılar ve içkiler,

Söylüyor bana

Ne söylemem gerektiğini...


Odamda loşluk,

Perdelerimde nikotin,

Kafamda derin bir tribal enfeksiyon,

Sen,

Skinde olmdan yaşarken hayatı,

Umursamak dünyasında rolü satılmış bir oyuncusun,

Başroller yan perdede,

Ve ben izlerim

Seni de, senin üzerindekileri de...

Fakat alkışlama yetim nedense, sokaklarda kaybolan bilinçler üzerine...

Göz de vardı erken vakitlerde

O yolun sonu,

Kraliçeyle sevişen pamuk prensesler,

Aynaların pezevenkliği içinde,

Kırılmadığı sürece,

Devam eder dünya, piçliğine...


Çocuk gözleri felfecir acılmıştır,

Mum ışığında eve hiç gelmeyecek ebeveynlerini beklemektedir,

Ve bir aşık camlarının önüne şarkılar savurur,

Sarhoş olmaktan uzaktır piç kurusu,

Korkup battaniyesine sarılır ve bir dilek tutar doğacak sabaha karşı.

Ayakları çıplak, üşür de durur içten içe,

Ama öldürecektir günye onu,

Annesini özlemiştir de saklamıştır sırrını yıldızların arasına,

Battaniyesiyle sevişir,

Doğmamıştır hayalleri,

O kapı kilitlidir,

Sevgilisi o anlık yoktur,

Hiç sevglilisi olmamıştır hatta,

Kusardı tüm kadınların yüzünü düşündüğünde,

Ve yatağının yanında açılı duruyordu,

Alaaddinin sikilmiş sihirli lambasının sikilmiş masal kitabı....


Queeerrk Queerrrk



Sütyenlerin, içinde sakladığı, çıplak ve kuru bir sıcaklık olur mutlaka,

Saklı olanı çağrıştırmaktan çekindiği ama bunun keşfedilmesini haykıran bir nida,

Savurur kıyafetlerin ardından...

Ve jartiyer de haseba katılmalıdır,

Yırtmaçlı eteklerin içinde sakladıkları o kaybolmuş fetiş ruhu,

Bir bacak kefenine bağlıdır ki, o sır çok büyüktür,

Pasifize ettiği kişilerin üzerine boşalır ejderha,

Tüm alevini...


Sadece bir lamba yanıyor masanın üzerinde,

Elerimin dışını aydınlatırken, üzerindeki tüylere bakarak bir hayale daha dalıyorum,

Sevilmiyorum,

Ama ben de sevmiyorum,

Elimin üzerindeki tüyler tutunamıyor ki dünyaya,

Tutunamıyorlar....

Evet...

Tutku da bir piçtir,

Tamamen, birinin karşında 31 çekerek sana sırıttığı gibi,

Piçtir işte...

Açıklaması yok,

Yazdıklarımın hiç birinin,

Bir vagonun içinde düzüşen iki kumral lezbiyenin

Hissettirdiği kadarı yok bende.


Donald duck ın sikimtrak sesleri arasında,

Kandırırlar, çocukların düzüldüğü gibi,

Erken zamanlarda düzülmekten nasıl hoşlanıyorsan,

Bilinçıdışında,

Daha da devam edeceksin buna...

Kusmak





Zamanın ilerlediğini gördüğün zaman, göz kapaklarının ardında nemlerle yıkanan gözbebeklerinle,

Yelkovan akrebin fahişesi olmuş bir şekilde süre gelir o çerçevenin içinde,

Gördüklerin aklının ardında soğutur, ruhunu

Ve ellerin soğuk bardağa doğru yönelir,

Bir yudumum ardından soğuyan boğazının uyandırdığı yitik bir sevgili gibi sanki,

Öyle değil mi?


Ama küllüğün içindekiler sana hiç söylemiyor o yanık öpüşmelerin tutkusunu,

Bir baskı, izmaritlerin tanımadığı, bilmediği bir lanet baskı sadece,

Onların da dudaklarında ne denli bir ateş olursa olsun öptükleri yer gibi,

Soğuktu bu bar,

Ve sen bunlara bakıp bakıp bir yenisini daha yakarsın, yeni bir aşk umudu uğruna sanki,

Çakmak siker çarşafı, erir sigara ölür gider tıpkı sen gibi,

Zaman ise devam eder, beş dakika...


Konuşan dudaklar görüyorum duvarların tam önünde,

Ve dudaklardan haset hışmıyla çıkan hislerin itelediği nefesle yükselen dudaklar,

Hepinizin canı cehenneme, ama gözlerim sizden alamıyor kendini baylar bayanlar,

Evimden kaçıp geldiğim bu yerde bir şeyler anlatıyorsunuz bana benden habersiz,

Cüzdanınızın size verdiği yetkiye dayanarak sandalyenize yasladığınız kıçınızın,

Size verdiği yetkiye  dayanarak, karşınızdakileri düzme umuduna dayanmaktan başka bir bok yediğiniz yok.

Ama bana bakmayın lütfen,

Aldanışlarım beden bulup konuşmuyor ne yazık ki sizlerin karşısında bedenini bulur gibi,

Ve ben onlarla iki kadeh içemiyorum,

Boş bir sandalye var karşımda,

Ve bir tek de ben varım, kendimin karşısında.

Dibini görmeye can attığım bardağıma bile kıskançlık duyuyorum

Bana anılarımı sakladığı için, 

Sessiz sedasız

Durduğu için o kodumun masasında...


Bir solucan sadece,

Sadece bir solucan, iniyor alnımın birkaç santim ötesinde,

Gözlerimi şaşı yapıp bakıyorum,

O da bana bakıyor kıvrıla kıvrıla,

Siktir git diyor,

Öyle mi, diyorum

Addisyonumu gösteriyorum,

Bunu karşılayacak bir ücretim yok, sen bana ekstradan çıktın, diyorum,

Umrumda değil, diyor, siktir git, diyor bana.

Sadece siktir git...

Ben ücretini ödemek isterdim doğrusu, diyorum, ne kadar diyorum 

Ben fahişe değilim siktir git, diyor

Gözlerimi kapatıyorum, göz kapaklarımı yumarak

Kalkıp gidiyorum...



Üzerimde ince bir gömlek var,

Onun da üzerinde bir mont,

Hava çok soğuk belli ki,

Karaciğerim kendisini daha da becermem için yalvarıyor adeta,

Ama parmak uçlarım kumaştan başka bir bok olmayan ceplerimin içinde sürünerek,

Cevap veriyor ona,

O da parmaklarıma siktir git, diyor...

Aklım nerede benim?

Metro geçitlerinde topuklu ayaklarla tepinerek giden iş kadınları,

Çok seksapelitesi oldukları belli birilerine göre,

Ama bence bir bok etmezler...

Camekanların elektronik ışıkları altında yıkanmak her türlü orgazmı yok eder bile benim için...

Bacaklar hiç bir zaman camla kaplı değildir çünkü,

Onlara bakmak her zaman bir bedel gerektirir.


En sonunda asfaltın tam ortasındayım,

Topuklarımın ardından bir kaç karış ötede bir şerit parıldıyor,

Yol bomboş,

Aklım, uçmuş gitmiş,

Ve sevdam bir dudak değil,

Kimsesizliğimin içinde asfaltın dudaklarından öperek,

Sevişmek, 

İhtimaliyle ölümün,

Kusmak, 

Tüm hiçliği...

2 Aralık 2012 Pazar

İtin Dostu

Kara çalıların ardında yükselen kocaman taştan binalar,

Sırtımda soğuk merdivenlerin dokunuşu ve ense kökümden yukarıya doğru sürünen

Şefkatli dokunuşlar.

Cebimdeki kuruşları okşar parmağım,

Yağmur yağar üzerime, daha da gömülür ellerim.

Üşürüm,

Yağmur yağar ve ben sarhoş olurum,

Üşürüm,

Çünkü şarkımın sözlerini hatırlayamıyorum artık,

Derinlerimden kopup gelen bir fısıltı, atmosferin koynunda buharlaşıp yok oluyor,

Yalvarmak neye yararki böyle bir anda?

Elektrik tellerinin üzerinde tüneyen bir güvercin gibiyim,

Ayaklarımdan birisi sakat,

Ve yarı gönülle bir heyecan tadıyorum, korkularla karışık sağanak tutkulu.

Geceler güzeldi,

Ayın önünü kapatan bulutların altında şarkı söylerdik sokak köpekleriyle birlikte,

Sıçanlar logarların altından çıkıp alkışlardı bizi...

Işıkları yanan pencerelerin arkasında saklı olan izole dünyaların duvarlarına,

Issızlığımızla tükürürdük,

Ve köpek ulurdu,

Sonra da defolup giderdi...

Soğumuştu biramın tenekesi,

Parmaklarım kendi nemiyle sevişmekten dermansız kalsa da tutardı tenekenin belini,

İçindeki zevk suyu damaktan beyine hucum ederdi,

Lüzumsuz vakitlerde tam önümden geçen bir taksinin ışıklarıyla kör oluyorum,

Dünya karanlığıyla gözlerimin önünde büyüdükçe büyüyor,

Ve ben ufaldıkça ufalıyorum.

Cebimde tek dal sigara kalmış,

Yakmaya karar vermiştim,

Yokluk da benimdi, varlık da,

Kimseler hatırlamayacaktı beni,

Kimse, hiç kimse,

Tanımıyordu beni aslında...

Şimşeklerin ışığında ortaya çıkan bir gazete manşetinden başka bir şey değildim.



2 Kasım 2012 Cuma

Çimentolar Üzerinde Bir Veda

Gömlek yakasının altında br gölgede saklanınca bir nefes,

Nikotinle sevişen bir soluğun canını alır yaşama sevgisi...

Gittiğinde,

İnsanlar,

Topuklarının ardında bıraktıkları kaldırımların kuruluğu

İşler diline damağına,

Yürümek istersin,

Hiç durmadığın gibi...

Parmak aralarında bir sigara

Biterken dolmuş duraklarında...


Göğsüm, bir hasretliğin iki gününde kavrulan iki avucun altında uyudu bir anlığına,

Bir anlığına sığdı tüm anılar, bir anlığına uçtu gitti gökyüzü,

Toprak nefessiz kaldı.

Ama egzostlar soluyordu endüstriyel nefesini,

O ölüm  ve hastalık besleyen nefesini,

Sonra göğsümden çekildi o eller,

Bir zarfın kenarına ataş gibi iliştirilmiş bir öpücükle birlikte,

Önemli bir nottu bu,

Unutmamamı söylüyordu iliştirilen şeyde...

Aklım zımbalandı kağıdına,

Kalem üzerime düştü,

Ve mürekkepten gözlerimin onünde,

Kaybolup gitti şehrin akciğerlerinden içeriye doğru...

Kağıdım yırtıktı,

Ve parçası, onun yanında gitti,

Aklımdan uzaklarda,

Özlemimin doğduğu taştan rahimlerin arasında...

1 Ekim 2012 Pazartesi

Hyperopia

Hyperopia!

Ve çimenler sadece ayakkabıların dizlerini yalardı gün ışığının tam altında,

Yüzü yalayan bir rüzgarın çıkardığı sesleri bilinen dillere çevirme iç güdüsü,

Altında toprak, ayaklarının,

Dünyanın taştan dölü.

Ve gözlerin,

Üzerinde o toprağın,

Altındakilerinden habersiz...


Ellerinin içini, avucunu,

Gözlerinin semirdiği iğrenç,

Dünyanın suratına doğru doğrlutup yürüdüğünde bir mezcup vari,

Birden kapattığında gözlerini,

Yürümeye inat edip,

İçinde atan kalbin darbelerinin hissini,

Duyabiliyorsan eğer,

Rüzgarlarla, kendine ait tutkunun seviştiğini hissedebilirsin belki,

Ve rüzgar tutkunun içine boşaldığı zaman,

Saniyelik süreçte doğacak çocuğun adı özgürlük olur...

Ve dünyanın suratına çevirdiğin avcunun içi o bebeği sarıp sarmalar,

Ya anne ya da baba olursun o vakit,

Bu arada hala ayakların toprakla bütündür.

Ve o gizemli çocuk yüzüne baktığı zaman

Senden olan biri olmadığını anlayacak ilk görüşünde.

İnsansın,

İnsanoğlu - kadınısın,

Kolların duvarlara sürtünen bir tebeşirden fazlası değildir,

Ve o gözlerin içerisinde,

En sonunda

Kaybetmekten korktuğun bir şeyin varlığını hissedersin...


Ve o piçin babası

Enseni yalar da geçer,

Üşürsün....