29 Temmuz 2012 Pazar

TV

- Carpe Diem mobilyalarıyla hayatınıza yeni bir boyut katın, mutluluğu evinizde barındırın.-
 
'' Bir ineğin kıçından çıkan boka benziyorsun Kenneth, biliyorsun değil mi?''

'' Evet, anne.''

- Poseidon şampuanlarıyla gözleri üzerinize kilitleyin -

'' Babası dünyanın en ünlü pezevengi olan bi piçsin sen!''

- Sosyetenin ünlü simalarından olan ve milyonları televizyona kilitleyen '' Aşk Yalanı Satır Satır, Varsa Paran Kıçıma Batır'' dizisinin yıldız oyuncusu ve gelecek vadeden çiçeği burnunda manken, Saçmagül Z, sandalye ayaklığıyla girdiği ilişkide yaşadığı kaza sonucu rahmini patlattı. Tedavi sonrasında, Tv de ilk kez ekibimizin kameralarına konuşan Saçmagül, ''Büyük düşkırıklığı yaşıyorum, sırada evimin paratoneri de vardı ama artık bu benim için bir hayal.'' diyerek gözyaşlarına hakim olamadı. -

'' Sanırım,''

'' Aptal bir suratın var, okuldaki çocukların seni tuvalete pisuvar diye asıp suratına işemeleri gerek, bunu bir ara okulunuzun müdürüyle konuşsam iyi olur, bi boka yararsın hiç değilse.''

'' Bundan emin değilim anne.''

- Ağızda nefis kakao tadını dalgalayan ve yaladıkça erimesi duran firmamızın yeni buluşu ''yaladondur'' la diliniz damağınızı unutacak-

'' Karnesi pek iyi olan şu salağın evdeki halini bir görseler keşke, bir maymun bile sana oranla daha iyi iş görür bu evde.''

'' Resim defterim nerde anne?''

'' Meymenetsiz piç!, karyolanın altına bak''

''Teşekkür ederim anne.''

''Sigara sağlığa zararlıdır, dertlerinizin veya takıntılarınızın ne olduğu umrumuzda bile değil, bu iş için para alıyoruz ve bizim için ülkenin en büyük sorunu bu, açlık ve işsizlik sigaradan daha az zararlıdır bu yüzden o lanet sigarayı bırakın-

'' Bir bok böceğisin sen, hayata dair en ufak bir fikrin yok, bakteri gibi yaşayacaksın.''

'' Üzgünüm, anne''

'' Senin lanet olası o gırtlağını doyurabilmek için patronlarımın üzerimde tepinmesinden bıktım artık.''

- Kalçasına bastığınızda ''Becer Beni'' diye çığıran yeni Barbi 'Hooker', alın, hayallerinizi Barbinizle 'becerin'-

''........''

'' Elime geçen üç kuruşluk parayla hangimize yeteceğimizi sanıyorsun? Baban olacak o aşağılık herif şimdi kim bilir nerede, hangi sürtükle nafakayı saçıyordur!''

''Bilmiyorum anne''

''Kes sesini iblis! Defol git odana!''

'' Peki anne, özür dilerim''

- Uydu kanallarında yepyeni bir ziyafet, Zırtingen kolejindeki birbirinden zığır öğrencilerin bir Zortingen kolejiyle yapacağı grup sexte en çok performansı, kahramanlarımızdan Sallama Gömmez'in takımı mı Yoksa Kessin Biber'in takımı mı gösterecek? 12 30 da çizgifilm kuşağından hemen sonra MikiTiki Channel da siz ufaklıklarla birlikte sakın kaçırmayın!-

- ''Sucuk en güzel ekmekle beden bulur, şu cazır cazır kavrulan sucuğa ekmeğın sıcacık içini bastın mı yağı içine emdireceksin, sucuğun tadındaki öz odur.'' Eminiz ki hepinizin bu sucuklara verecek parası vardır, yoksa insan olduğunuzu düşünmeyin, alın bu sucuğu nasıl, canınız çekiyor değil mi, aksi halde acınızdan geberin.-


- 'Tabak Kelleri' nde bu hafta: Dingilgül'ün Borcan'ın aldığı lamborghini yi görüp 5 yıldır fırtınalar gibi aşk yaşadığı Mazlumcan'ı terketmesi an meselesi. Mazlumcan'ın kardeşi gibi gördüğü dostu Borcan ne yapacak, neler olacak? Kaçırmayın!-

'' Lanet olası piç kurusu!''

- Hipersüpermatik kireç önleyiciyi kullanın, makinalarınızı kurtarın, ha, bu arada bu kurtarılan makinalar en aşağı 800 dür ona göre, muhattabı alan dinlesin-

- Oğlumun ipekten gömleğinin üzerine geçen gün gittiği hilton otelindeki baloda yediği yemeğin beşamel sosu damladı, Gerzekcan çok mutsuz! Dım Dım Dımm, Sorun mu var, Öyleyse Tırtmatiği kullanın, Gerzocanın zippi hayatını kalkındırın-

DAAAAAAAAAAAAAAAAANNNNNN!

- ''Kenneth?!''


- Rımrımrımrımrımrım. Yüksek alıcılı ve yolların canavarı bu uzaktan kumandalı Rosso' ile yolları kazıyacaksınız. Anneler, çocuğunuzu mutlu edin ona bir Rosso alın! Tabi alabilirsenizzz HİHOHOHAHAHA!-

Yol

Sonunda ilerliyor,

Dönmeye başladı deli tekerlekler,

Küfürler ve lanetler şeritlerin altına gömülmüş,

Asfalt uzaktan, koynuna bebeğini basan bir anneyi andırıyor,

Dikiz aynaları onların yalancısı,



Ve ben bir şarkı söylerken,

Hiç dürüst görünmüyorum,

En azından öyle olmamaya çalışıyorum...

Yavaş yavaş, sırtımı yasladığım koltuktan önüme bakarken bir canavar uyanıyor gideceğim yön boyunca,

Yol,

Yılan gibi,

Kıvrıla kıvrıla uzanıyor,

Son derece zehirli ve ölümcül,

Asfalttan oluşan dev, kara bir dragonun

Dudaklarından öptüğü şehrin kaltakları aşırı doz helezonundan ruhsuz kucaklara doğru kaymakta,

Cüzdanlar geğiriyor, dostum,

Nefesleri nane kokuyor,

Yol hiç bitmiyor...

Nietzsche Kıçını Kaşırken

Yağmura yakalanmış,

Sırılsıklam olmuş sıçanlar gibiyiz,

Kaçmamız gerekiyor,

Sığınmamız gerekiyor bir yerlerin manzaralarına,

Gözlerimizi kapatmamız gerekiyor,

Gürültü,

Gürültü,

Her yerde gürültü var ve yapabileceğimiz hiç birşey yok,

Bir kadeh şarap ya da viski aranmaya başlasak iyi olur,

Yoksa başka türlü ölüm uykusuna yatacak lüksü bulamayacağız..

Gecenin Adı

Sineklikli camların arkasında, gözlerin, hafızasını görür görmez kaybedebileceği bir karanlık,

Bilinmezlik, ve hayallerin ertesi günlere postalandığı düşüncelerle uzanmış,

Ve binlerce böceğin ince tınılarının akıp içeri ulaştığı bir mekan boşluğu,

Sırtların yaslandığı kireçli duvarlar,

Yastıksız bir yatak,

Ve saatlerdir patlamamaya dayanan bu gece lambası...

Bir de can.


Sıkıntıdan

Bu boktan gece lambası gibi...


Gökyüzü berrak, yüzünde gizlenmeyi becerememiş beyaz noktalar,

İki uzun, tırnaklı parmakların sıkıp patlatmak isteyebileceği bir kıvamda,

Yanıp sönen, irili ufaklı parlak sivilceler,


Ya da,

Zenci bir kadının yüzüne serpilmiş simler gibi gökyüzü...

Kayan yıldızlar, bir dilek uğruna ardından savurduğu yanıp sönen ışıklarıyla,

Birer göz yaşı, gök taşından ziyade.

Bir hüzün,

Bir mutluluk,

Ve bir burukluk iklimi, tutkluyla karışık sağanak yağışlı,

Bir yaz rüzgarı gibi,

Bir İskandinav balatı,

Kusursuz bir aşk sanatı ve,

Bir Afrika sıcağı gibi...


Gecenin adı,

Her zaman aynı...

KATIR

Bu sayfa gibi ıssız, bu sayfa gibi yalnız,

Sadece kelimeler ve ardından hafifçe yükselmeye başlayan sessizlik gelir,

Hiç gitmediği gibi.

Ya da normaldir, sessizliğin hiç gitmemesi,

Öyle bir an gelir ki, birden sessizliği yeniden tanımaya başlarsın,

''Vay be, ne kadar sessizmiş burası'' dersin,

Aslında günlerdir ordasındır,

Her sıkıntı tokadını yediğin anda yeniden tanırsın ortalığı,

İçinde tıkandığın o ıssız kalabalığı...

Bir Muratti ile bir Winstonun arasındaki fiyat farkı kadardır günlerinin ayrıntıları,


Bir deniz taşı  kadar yontulmuş olmasan da


Sana ait olan yaşam kalıbının içinde eriyip durursun kendi fısıltılarının içinde,

Dudakların can çekişen lanet bir midye gibi kıpırdanır tavana karşı,


Damda bir fare, 


Toprakta bir solucan,


Akvaryumda  bir balık,


Kıyıda bir sarhoş,


Yolda bir karavan,

Uzayda bir güneş,

Ya da bir ay,

Kayan bir yıldız,

Plakta bir parça,


Kumsalda bir dalga,


Kitaplarda bir sayfa,


Televizyonda bir kanal,


Pakette bir dal sigara,

Samanlıkta bir iğne,


Ve uykuların arasında bir rüya aramadıkça..




Öyle bir an gelir ki,


Hiçbir şey olmadan,


Belki tam da kahkahalarının arasında,


Tam içinden, ortandan bir el yakalar.


Sıkar, sıkar, suyunu çıkarana kadar ezer oradan,


Koşup gitmek istersin,


Ama koşamazsın, o 'şey' sen hızlandıkça daha da ezer seni,

Beceremezsin bunu,

Engellerin, kaderine koyulan kesin sınırlarındır,

Ve koşmak istediğin yolda ayağına takılıp seni düşürmek için uzanan,

Gergin iplerdir...


Çaresizliğin, karanlıkta peşi sıra uzamış duvarlarındır,


Orada, işte o peşi sıra uzanan taştan labirentin içindeki boşlukta.
 
Yürümek istersin, daha doğrusu bunu denemeye zorlanırsın


Nefesin vazgeçer tempondan, uslanmaya başlar ciğerlerinde,


Tavrının yumuşadığını sanan o 'şey' yumruğunu hafifletir,

- O 'şey' in ne olduğu senin için daimi bir muammadır - ,


Yürümeye biraz daha cesaret edebilirsin,

- Nefesinin rutini, sana derman verebilmiştir bir nebze - ,


Ve bu sefer de dinginliğini fırsat bilip,

Kırgın kuşkuların üşüşür aklından içeri,


Suskun, durulmuş bedenini, ilkin o koşmaya heveslendiğin upuzun koridorda,


İplerine basmamaya çalışarak geçirmeye çalışırken,

Zaman geçer, katmerlenerek,

Önüne eğdiğin boynunla puslu bir maceraya dalarsın tik - taklar arasında,


Başını bir süre sonra şans eseri kaldırdığında, 


Bambaşka kapıların önünde bulursun kendini,


Yüzüne kapanmış,


Kilitli,


Ve cebindeki soru işaretlerinin çengelleri bacaklarına batmaya başlar adımların çoğaldıkça,


Acı anlıkken bile bir acıdır ya hani,

Bir iğne batması kadar olsa bile,


Dayanılmaz gelir o his,


Ve o cevabı belki altınlar değerinde olan soru işaretlerinin çengellerini,


İstemsizce, yarı bir gönülle,



Atmaya başlarsın ceplerinden...

Soru sormaktan vazgeçip,


İçinde dirilmeye başlayan burukluk, bu eylemle doğru orantıdadır,


Atarsın,


'çling'


Burukluk: %1,

Atarsın,

'klinngg'

Burukluk: %2,

Atarsın,

'çangırr'

Burukluk: %3

%4, %5,%6,%7.... kliiinkk, çangır, çungur, kahrolası yere kadar gider bu...

Attığın o çengellerin yere düşüp çınlaması, o seni sıkan duvarlarının arasında parçalanır,

Artar yankılar, çoğalır sesler,


Kafanın içinde, damla damla patlayan soruların düşüş feryatları

Ve ıslak ceninlerin arasında boğulan gümbürtülü bu kaos,


Seni birden tekrar başka bir yere ve başka bir kapıya götürür,


Fakat gördüğün gözler hep olduğu gibi yerindedir: tanıyıp unutabileceğin bir dünyanın aynaları.

Ve bu değişik mekanlardaki kapılardan birinin eşiğine geldiğinde,


Bir kere daha uyanırsın,

Gözlerin açıkken...

 Elinde olmadan etrafında akıp gidişini izlediğin bu çağıltıya bir merhaba derken,

Süründüğün bir reenkarnasyonun içinde bilmem kaçıncı basamağın gibidir.

Değirmenin taşlara vurduğu bilmem kaçıncı darbe gibi,

Kelebeklerin bilmem kaçıncı ölümünü seyreden günler gibi,

İntihar puzzle'ını ortaya çıkaracak olan bilmem kaçıncı düşünce gibi..

Bu çalkantı, içini de dışını da öyle bir sarsar ki

Eşekler tarafından düzülmüş bi attan doğan bebek gibi hissedersin kendini,

Katır gibi, dünyanın skip attığı bir yaşam formu,

Sen, unutulmayı hissedersin ya hani,

Ama unutulduğunu hissettiremezsin..

Ve o yolda,

Yolda yine yürürsün,

Yürürsün,

Bakmadan ardına,

Bak(a)madan ardına,

Bıkmadan,

Bık(a)madan...


''Vay be, ne kadar da sessizmiş burası...''





5 Temmuz 2012 Perşembe

Masaya Küllük Koymayı Unutmuşlar

Sokakların seddi

Ve sidik kokusu, parfümü olmuş kireçten duvarın üzerine,

Bir şarapçı geçip, karşısından baksa uzun uzun,

Bir nağme geçirdikten sonra kalbinden,

Karşı kaldırımından sendeleyerek geçip,

İçindekileri, parmaklarından akan kanlarla yazması gerektiğini bilse,

Ki buna da bir hayli hevesli olsa,

Neler yazardı üzerine kim bilir...

Banyo

Lavabonun yanındayım,

Ağzına kadar doldurduğum bu beyaz, içi çukur ve dibi demirden bir deliği olan

Beyaz tabutun içine,

Önce bir bezle deliğini tıkayıp,

Musluğu açtım.

Ve bekledim sadece,


Ben, küvetin yanında kısa bir iskemlenin üzerinde çırılçıplak oturuyordum,

Bütün bunları yaparken gözlerim hep nemli fayansların acılarla örtülü dokusuna odaklanmıştı,

Sağ elim dışında buz kesmiş bedenim,

Ve santimetrelerce mesafede duvarların büyüsüne kapılan çıplak sırtım.


Musluktan su akıyordu, fazla tazyikli akmıyordu,

Parmaklarımın pek dermanı kalmamıştı musluğun kolunu kaldırmaya,

Sonra bileklerimi soğuk lavabonun kenarına dayadım,

Bekledim,

Yavaşca biriken suyun parmak uçlarımı öpüşünü hissettim

Sonra yükselerek tırnak aralarıma doğru ufak bir dolgunluk hissi,

Ve nemli havayı yarıp geçen, pütürlü bir şırıltı sesi,

Çıplak sırtıma karınca darbeleriyle işleyen...


Su şimdi ikinci parmak boğumuma kadar geldi,

Isınmaya başlıyor iyice,

Sanırım sıcak tarafında itelemişim,

Boşver dolsun gitsin, diye düşünüp,

Karşımda dikelen solgun fayansları yorgan yapmış duvarın

Aldatıcı yansımasına bakıyordum...


Kapının eşiğine doğru, bilemediğim bir nedenden dolayı fırlattığım sigara pakedim,

Ve çakmağım bir iki karış sağ tarafına doğru savurlmuş,

Canım çekti,

Elimi lavabodan çıkarmadan uzanabilir miydim?

Denedim,

Önce pakedi iki üç hamleyle sol elimin parmaklarıyla kıpırdandırıp kendime çektim,

Çakmağı da sol ayağımı bedenimi sağıma kasarak uzatıp çektim kendime,

Sonra her ikisini de topralayıp yaktım,

Önce dudaklarıma tütünü,

Sonra da ateşi çarşafa tutturarak ortaya çıkan sisli gerçeği içime çektim...

Napıyordum ben?

Bu banyoda,

Bu lavabo yanı iskemlede oturarak, ne bok yiyordum burda?


Bilmiyorum diye dumanımla beraber attım kelimeyi fısıltılarımla karıştırarak...

Elimi çekmem lazımdı, su iyice ısınmıştı...


Çektim ve baktım avuçlarımın içine,

Biraz ılık gibi duruyordu, yüzüm, ellerimin sinirlerinden daha çok hissediyordu ılıklığı,

Yüzüme bastım,

Kapalı gözlerimin, aklıma serdiği kara bir çarşaf üzerinde,

Islak temaslarla beliren bir avuç,

Ve içimde sigaramın içime çekilmesi gerektiğini haykıran bir istek gördüm,

Aklım da bulanıyordu,

Gözlerimi kapalı tutmaya devam ettim,

El yordamıyla sigarayı dudağımın kenarına tutuşrudum ,

Ve baktım o göz kapaklarının örttüğü karanlığın içine,

Elim ayrılmamıştı suratıma,

Kapanıklığının o nefes nemiyle hissettirdiği dudaklarımın ucunu hissediyordum,

Ve gözlerimin önü hala karanlık,

Bir şeyler kıpırdıyordu,

Bakışlarımı kapatan bu derileri deşip geçen bir iki belirsiz illüzyon,

Ama göğüs kafesi daha da belirginleştiriyordu her şeyi,

O anlatıyordu ve bu kıpırtılar oynamaya devam ediyordu...

Onları seçemiyordum,

Lavabonun içine dolan suyun sesleri gürleşmeye

Ve oracıkta oluşan su kütlesinin bedenini deşmeye başlıyordu,

Bu bariton feryatlar taşan bir suyun ruhunu resmediyordu kulaklardan gözlere...

Ve su paylaşmak istedi, taşıpi kaynar bedenini dizime değdirdi,

Canım yandı,

Yeter,

Dedim,

İrkildim,

Ona yardım etmeliydim,

Evet bunu yapmam gerekiyordu, yoksa sabaha kadar haykıracaktı vahşice,

Nasıl yapabilirdim ki?

Dibine tıkadığım bezi çekmem gerekirdi,

Bunu ona ben yapmıştım,

Islak bir ızdırap doğurmuştum kendi kendime,

Yanan da haykıran da ben olmamıştım,

Ama şimdi olmam gerekiyordu,

Buharlar yükseliyordu lavabodan,

Taşan su yerden ayaklarıma ulaşıp, yalvarırcasına yakıyordu...

Ayağa kalkıp kaynayan bu birikimin üzerinde buğulanmış aynaya baktım,

Hiç bir şeyi seçemiyordum ama karşımda dikilen buğulu bir ''ben'' olduğumu görebiliyordum.



Musluğu kapadım,

Nefes, bir çok şeyin anahtarıdır,

Nefesimi derinden alıp ellerimi kaynayan suya soktum,

Acıyordu, bunu imgelememe gerek yok heralde,

Ama tırnaklarımın altındaki etin sızladığını net hissediyordum,

Sonra bezi buldum,

Ve çekip aldım...

Boşalmaya başladı su,

Tüm ızdırabını küçücük bir girdaba dolayarak,

Çekti içerisine yuttu, yok etti...

Derin bir gargara sesi,

Ve

Sessizlik...

Aklın dengesi,

Fırtına sonrası şıpırtılar,

Elde sıcak bir bez,

Kaybolan illüzyonlar.

Elimdeki bezi

Yüzüme bastırdım,

Ve iskemleye oturdum,

Tam otururken ayağımın tabanyla bastığım sigaramın sönmemiş izmariti uyardı beni,

Yeni bir arkadışını daha yakıp

Onunla doldurmam için ciğerlerimi...

1 Temmuz 2012 Pazar

Bir Anlık İçin

Masalar güzeldir,

Dirseklerini üzerine koyduktan sonra,

Hayatının sadece senin olduğunu anlayabiliyorsun...

Hissedebiliyorsun diyelim hatta,

Eğer bir sigara bağımlısı değilsen bunu daha değişik bir şekilde düşünebilirsin elbette

Ama insan insandır...

Ve masalar güzeldir...

Masallardan daha da güzel...


O izmaritler küllüğün tabanını öptüğü zaman,

O son nikotinli nefesi biraz daha çabalı vermeye çalışıyorsun,

O anda aklından neler geçiyor veya neler için canın sıkılıyor bilmiyorum.

Ellerini o ahşap yüzeyin üzerindeki yer yer derin pürüzlerin üzerinde gezdirirken,

Tırnaklarının ne kadar uzadığını düşünmeden ellerinin güzelliğine bakıyorsun,

İçin daralıyor,

Belki de birisi gelip sana ne olduğunu sorsa,

Bilemeyeceksin,

Kendin kadar iyi bildiğin bir sorunun cevabını bile veremeyeceksin,

Kafan dalacak önce karşı tarafta duran herhangi bir şeye...

Susacaksın ebediyen,

Ama sadece o anlık için