25 Haziran 2012 Pazartesi

ha?

21

22

23

24

25,

hala tabağımda inadına duruyor domatesler,

Sarı bir kase içinde,

dişlerim gıcırdıyor...

tavuk

suyu

bir iğne, enjektörünün kıçını orta parmağıyla tokatlayan süt oğlanı bir doktor,

ucundan fışkıran sıvı,

üniversite sınavında,

gözetmenin üzerine kusan,

balici bir gergedan,

boynuzu önündeki tikinin kıçına batan...


Logar kapakları, en sevdiklerimden,

taş bir plak parçası,

kusmanı bekleyen,

midendeki menemen,

ve koyun gibi her melemen,

Bu hayatın bir parçası.


TUŞ!

Sınırsız internet pakedi.

SUMO GÜREŞİ !

Fikir,

Durmuş, köstekli bir saat.

Lipton yeşil çaylı aroma,

Nietszche

ROHAN!

Kumanda için ayrılmış piller,

Fiber glass

Hiper tansiyon,

Ayakkabı,

SIM KART!

Van gölü canavarı,



Çocuklar için,


nescafe

beşi bi yerde,

Ego bileti

Ak bil

**** bill

TIR


Fiş


Diş


Fil

Fil Dişi Kıyısı

ŞA.MAN

amaaaaaaaaaaaaaan

neyse ne

Öööeeehhh

Saat denilen bir mekanizmanın içindeki tıkırdayak dönen kollar,

Öyle bir oyun oynuyorlar ki,

Kaşları havaya kalkıyor insanın, saate bakmadan,

Saate bakmadan, zamanı sanki bileklerinin içine işlemiş gibi hissediyor.

Bir sekiz buçuk, bir beşe çeyrek kala değil bu,

bilinmeyen,

Subjektif,

Ve kafatasının içinde öğütülen bir uzam olgusu bu...


Dışarıda bir it uluyor şimdi,

Yalnızım ve bir korku salıyor içimi,

İtin her havlayışının oktavında enseme bir şeyler değiyor gibi,

Ansızın masamın üzerinde bir şeylerin hareket edebileceğine yemin bile edebilirim,

Ama daha fazla kıpırdayacak halim de yok gerçi,

Kapattığım kapımın kolunu hafifçe, ben görmeden indirip,

İçeri dalacak kıçı kırık bir zombinin veya bir canavarın,

Ya da, buna gerek duymadan duvarın içinden geçip,

ağzıma sıçmak isteyen bir hayaletin yemi bile olabilecek gibi hissediyorum kendimi,

Umrumda bile değil,

Sadece okuduğum kitabın son cümlesini hatırlamakla meşgulum,

Bir şarap olsaydı içerdim şimdi.

Bir sfenksin dizleri dibine oturup, ölümcül bilmecelerini bile çözebilirdim o zaman,

Ve piramidin içine sadece bilmediğim bir soruya karşı, bulanık kafamın rehberliğinde,

Kulaklarımın işittiği her şeyin arasında bir yerlere tutunarak dalmak isterdim,

Ve emin ol, o piramit beni eninde sonunda gebertirdi,

Ya bir mumya beni o kokmuş bez parçalarıyla boğardı,

Ya da Seth'in bir yerlerde (şimdi adını bile hatıralayamayacağına kalıbımı basarım)

Unuttuğu bir laneti beni bulurdu.

En son ihtimal, tonluk blokların arasında havasızlıktan boğularak geberirdim...


Ne mi anlatıyorum?

Bilmiyorum.

Bilmek zorunda olduğumu da sanmıyorum ya neyse.


Bazı zamanlar,

Bu dünyanın, tenimiz üzerinde oynadığı hayatın

sirkülasyonlarının alacalı ve çığlıklı girdabında,

Bir kaç kere atıp kurtarmamız gerek kendimizi...


HALA ULUYOR KODUMUN İTİ!!

SUS ARTIK SUUUS!! SUUSSSS!!!!

YALVARIRIM SUUUSSS!!!!

Sabaha Karşı

Kırmızı, geniş plastik leğende kaynar sularda yıkanan bir çocuk bir şarkı mırıldanıyor,

Taştan örülü bir banyonun içinde,

Çamaşır makinasının bir taraflarından çıkmış soğuk bir boru sırtına değince titreyebiliyor,

Saçlarının ormanlarını yarıp geçen kaynar suların altına kavrulan derisinin

Temizlik merasiminden sonra kurulanıyor, kartlaşmış havluların darbeleriyle.

Annesi uykuya gidiyor,

Çocuğunu yatırıp,

O uyur taklidi yapıyor...

İçeriden ilk horultuları duyduktan sonra yorganı taze bedeninin üzerinden sıyırıp kalkıyor ayağa,

Gözlerinin üzerinden tavana kadar uzanan dikdörtgen bir pencerenin ardından,

Yeni doğacak olan bir günün altında ezilen, gündüzleri heyecanla sürdüğü bisikletinin siluetini görüyor bahçede.

bir ağaca bağlı,

Masallara ve yeniyetme özgürlüğünün uykuya daldığı bir saate zincirlenmiş,

Üşüyor duvarların dışında.


Bir sabah ezanı,

Uzun uzun şehadetleri savuruyor yeni parıldamaya hazırlanan gök yüzüne,

Çocuk hafifçe aralıyor penceresini,

Daha yeni doğacak olan günün ilk nefesi ve çığlıkları,

Karışıyor ezan seslerine,

Çocuk, kapatıyor gözlerini,

Burnunda, odasının duvarlarından dışarıda savrulan bahçenin kokularını hissetmeye başlıyor,

Dalıyor oylece, gözlerinde hafif bir uyku,

Ve teninin alışamadığı farklı bir temizlenmişlik hissiyle beraber,

bekliyor sadece,

Yaşam,

Gözlerini yeni bir günün içinde açmaya başlarken,

Ezan bittiğinde...

Bakışlarında tek bir değişiklik yoktu,

Çocuğun...

16 Haziran 2012 Cumartesi

Dağ Tavşanı

Jakob masanın üzerindeki sepette duran yapmacık bir çiçeği çekip parmaklarıyla ovuşturduktan sonra,

Masanın yanından yere fırlattı.

Ardından, iki elini de masanın üzerine uzattı,

Ellerinde hiç birşey yoktu,

Avuçları dışarıya gelecek biçimde uzanıyordu elleri,

Dedi ki ''ben hiç bir şey yapmadım''.


Frank, o sırada bunları duyarken sucuk kızartıyordu,

yağın biraz daha ısınması gerekıyordu,

Frank sigarasını ağzında tutuyordu,

''sssiktir, onu çok sevdiğimi biliyordun piç kurusu!!'' dedi...


Jakob'un elleri hala masanın üzerinde uzanıyordu,

''gerçekten, gerçekten ben hiç bir şey yapmadım, sadece kuponlarını yatırıyordum hepsi bu, tavşanının düzüldüğünden haberim bile olmamıştı'' dedi,

Frank yine ''sssktrrr, sana inanacağımı mı zannediyorsun? amortiden bir kaç kağıt bize kalmıştı. unuttun mu beraber hazırlamıştık koduğumun kuponunu, hani nerde amorti parası? Sanki bilmediğim bi boksun, en azından bir şarap alabilirdin. Kıçıma anlat sen bunu.'' dedi.

Jakop sustu, bir süre bekledi ve

''tamam öyleyse, ben müsade ettim, her şeyi ben planladım, senin dağ tavşanını 4 zencinin çatır çatır düzmesine izin verdim, ve inan dostum hepsi deçok iyi para vermişlerdi bana, ama itiraf etmeliyim abi, bir an kapının aralığından bakmıştım, tavşanı bir kondommuşcasına penislerine takarak haykırıyorlardı, o manzara beni gerçekten çok etkilemişti, biraz, biraz zevk vericiydi, benim de hoşuma gitti yalan olmasın'' dedi...

''sssktiirr''

Sucukların artık kızartılma zamanı gelmişti, yağ iice kızışmaya başladı, Frank bu sabah ortadan ikiye yarılmış dağ tavşanının cesedini aklından çıkaramıyordu.. Jakob ise Frank in öz be öz kardeşiydi... (noluyo lan)

''biraz sucuk ister misin?'' diye sordu Frank,

''evvet bebeğim, açlıktan senin kıçını bile yiyecek durumdayım'' dedi Jakob

''Ama sana önce bir şey sormak istiyorum''

''Dinliyorum Frank''

''Sen o sesleri Duyarken hiç mastrübasyon yaptın mı?''

''Oohooo aslına bakarsan ilkin çok iticiydi fakat daha sonra ambiyansa kendımı kaptırmıştım, sonra elim pantolonuma gitmişti, fermuarımı açmıştım... Evet yaptım Frank!!''

'' Nasıl peki? Görmek istiyorum, dağ tavşanımı düzerlerken senin gibi bi piçin nasıl bu boku yediğine şahit olmak istiyorum''

'' Hay hay'' dedi Jakop ve elini fermuarına götürüp açtı, ve penisini, kendisi ayağa kalkarak sıvazlamaya başladı, gözlerini kapatmıştı;

''HHHssssss hfffffffff mmmmmmmmmmm huuaaaaaampffff''

Jakop devam ediyordu, fakat bu ''ayin'', ''HIIIIIIIIIIIIIIAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAĞĞĞĞĞĞ!!!!!'' sesiyle kesildi....

Penisi ile birlikte elinin dış kısmı pespembe olmuştu, derisinin yüzeyi küçük küçük köpürcükleniyordu...

''N'aptın sen orospu çocuğuuuuuuuuuuu!!!!''

Frank o sırada Jakob'un masturbasyonu esnasında penisine de eline de kızgın yağı dökmüştü.

Frank ''ssskktrrr'' dedi, sonra da Kardeşinin yüzüne tavanın alt tarafını savurdu, tava Jakob'un yanağına oturdu ve orasını da haşladı, etrafa pişmiş et kokusu yayıldı.

Jakob ağlayarak dışarı fırladı ''HHHHHHHHHHHIIIIIIIAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAĞĞĞĞĞĞĞAAAAAAAAAAĞĞĞĞĞĞĞ OROSPU ÇOCUĞUUUUUUU OROSPU ÇOCUĞUUUUUUUUUUUUUUUUU! SENİ ÖLDÜRECEĞİM!!!!!!''

Sonra birden sessizlik çöktü bütün ortama,

Frank, ortalığı toplarken,

Zenciler tarafından düzülen tavşanı için ağladı,

Onu ilk kucağına aldığı anı hatırladı ve güzel anılarla oluşan dahabir çok hatırasını...

Gözlerinden yaşlar akarken,

''Keşke bir kere de ben düzebilseydim seni'' dedi.



Ve ekledi, ''Neyse sssskktrett.''

Cebinde Hugo'nun petshop unun kartı duruyordu. Kartın arkasında da ''Seni şanslı piç! Benden bir baboon alacağın var.'' yazıyordu. İlk işi, yarın gidip emanetini almak olacaktı.

Frank, içi boşalmış tavaya yeniden yağ dolduruken,

''Kısmet sana artık.'' dedi,

Sigarası gözünü yakmıştı, ağzından çekti, muslukta söndürüp çöpe attı...

Kanalizasyonda da Hayat Var

Arada sırada durup,

Kimselere aldırış etmeden,

Ömrünün kitabına bir ayraç koyarak tuvalete gidip işini görmelisin.

Mutfağa veya, gidip bir bardak su içebilir,

Balkona da çıkıp biraz hava alabilirsin.


bir logar kapağını açıp, içeriye dalabilirsin,

Yeraltı dünyasının tam içinde bir yolculuk fena olmazdı doğrusu...


Şimdi metrolar, alt geçitler var,

Yerin altındaki bambaşka bir dünya,

Bir yer altı dünyası,

Elektriklerle bezeli bir yaşam formunun içerisinde,

Ticari bir alan, dükkanlar, marketler, tuvaletler, her şey var.

İnsanlar oralarda daha yoğunmuş gibi görünüyorlar...


Yeryüzünden baktığında yeraltı diyebilirsin tabi,

O dünyaya otomatik yürüyen merdivenlerin yanı sıra,

Logar kapaklarını aralayarak dalmayı dene,

Hiç değilse o havanın 'çiğliğini' hissetmen

Durup o ayracı koymana da yardımcı olabilir,

Ya da okumaktan sıkılıp,

Yazmaya bile kalkışabilirsin...


Lağım farelerinin köyü olmadığı sürece,

Oraya yer altı demem ben,

Ha tabi bir de mezarlar var tabi...

Sonuçta 'çürümek' başlığı altındaki her şey orada...



Ya da lanet olsun,

Ne ise, her ne s.kimse!!

Olup Veya Bİten

Bütün bu olup bitenler,

Bütün bunlar,

Şu andaki gibi,

Televizyondan radyodan veya internetten,

Sokaktan, ormanlardan taksilerden ve otobüslerden,

Okuldan,

Tuvaletten,

Yataktan,

Sızıp akan ve kulağın içerisindeki zarı delip geçerek,

Kafatasının içindeki yere sıkışıyor,

Kim olduğumuzu unutmadan,

Veya unuttuklarımızı hatırlayamadan,

Bir şeyler oluyor,

Ve bir sonraki saat

Ya da gün,

Yapılacaklar listesindeki monoton rayların üzerinde,

Keşkelerle,

Ve kurulanmış isyanlarla, ölüme doğru seyahate devam ediyoruz...

Kısa Winston Light

Ve dinle,
Karanlığın ortasında bulaştığımız yapışkan balçıkların ardında,
Ölüme cesaretli gitmemiz çok zor,
Neyi ne için istedik,
Neyi ne için istemedik,
Bilmecelerimizin içinde binbir renkli dünyanın,
Tepelerimize vurduğu yumruğun sersemliğinde,
Kaç kişi unuttu bizi ayakta tutan merhametleri…



Machbeth bir orospu çocuğuydu.

Kayanın Altındaki Göz

Koca bir kayayı kaldırmıştı bir vinç,


Aşağıda bir mühendis, yönlendiriyordu vincin operatörünü


O sırada birden,


Operatörün hayalarına şiddetli bir kaşıntı inmişti,


Herif birden iki elini de haylarına götürdü kaşımak için,


Hararetli bir şekilde kaşımaya devam ederken dirseği vincin kepcesine


Kumanda eden kola çarptı


Ve kepçe açıldı


Kaya mühendisin üzerine düştü


İş kazasıydı,


Etrafa bir kakalağın ezilmesinin çıkardığı ses gibi bir ses yayıldı büyük bir gümbürtüyle beraber,


Mühendis kayanın altında ezilmişti.


Kafası dışarıda ve bedeni preslenmiş bir kağıt gibi kayanın altında kalmıştı,


Mühendisin gözleri,


Yere yapıştığı yeri, ve toprağı görüyordu,


Karısına yıldönümlerinde ne hediye alacaktı?


İşte ölüyordu,


Dümdüz olmuş ciğeriyle son nefesini bile veremeden...

Evye

Bileklere bir neşter dokunsaydı eğer,

Ve karşıda bir ayna,

Mal mal sana baksaydı, içindeki gibi,

Üzerin çırılçıplak,

Işığa baksaydın,

Sonra da bembeyaz uzanan bir temizlik yaylası, önündeki lavabodaki,

O beyazı kirletmek ister miydin?

Kan kırmızı yaşam sularınla?

Geberdikten sonra cevap vermesi daha kolay olabilir bir ihtimal...

Gölgede

Aşkın, hasretle gölgelenen yüzü,


Dibinde nemli serinlik,


Ve bir ağacın dibinde gömülü


Bahar meltemleriyle üşüyen rüyalar...

Zamanın Tozu

Bir kayığın üstündeyim,

Ellerimde zamanın tozları,

Kayığın ahşabının üzerine doğru boşalıyor,
 

Acıları bir kenara attım,


Ve burada güvendeyim,

Güneş, rüzgar ve ıssızlığın ninnisi ve sevgilim,

Hepsi birden benimle…



Sonsuza dek...

Gülümsemeyen Çocuklar

Korkudan kaçmak yeterli olmuyor,
Derilerin ötesinde, bir gücü harekete geçirmek, huzursuzluklar içersinden,
Susayıp da bardağa koşarcasına umutlu,
Ve içinde bir damla su bulamamanın verdiği hayal kırıklığıyla dolu,


Bir hayat yolu,
Hepsi birlikte bu bahçede,
Sorsan,

Bir kalptir burası, en içidir,
Bir yandan ise,
Zaten kustuklarımız, haksızlığımızın piçidir…

Hasretlerle kavrulmuş binlerce papatyanın arasında,
Tek taraflı falların hırıltılı yalnızlığını kokladım
Bitmedim erimedim, ama her an ölebilirim,
Dokunuşlar, beni temizlemeye yetmiyor,
Birkaç kişi var yanı başımda,
Sadece beni duyuyor, ama hiçbir şey söyleyemiyor…
 

Ve onlara mutluluğu da öğretemezsin,
 

Sadece boşluktaki duvarlara bakarak,
Sessizce ağlarlar yalnızlıklarına…

Mavi ve Mor

İki birbirinden ayrı,

Farklı iki surat.

Mor renkli birisi,

Maviydi diğeri.


Tutunacak dalları birbirlerinin elleriydi,

Mavi, çok sıkı tutuyordu,

Morun elleri acıyordu,

Mavi aldırış etmedi,

En doğrusu, dedi, budur,

Ve ihtiyatla sayfaları çevirmeye devam etti.


Mor, ellerinin sızıntılarıyla uyuşuyordu,

Aşkını, nefeslerinin aralığında

Toprağa ekiyordu.


Avuçlarıyla çimenleri yoldu,


Mavi ellerini bıraktı


Sis çöktü bahçeye,

Ağlayan hiç kimse yoktu,





Ve

Gülen de...

Deniz ve Kumsal

Deniz dalgalarıyla yutuyor bütün kumsalları,

Fırtınasına sebep olan tüm yalancı masalları,


Ne pamuk prenses gülüyor ne de yakışıklı gey prens,

Her zaman haklı oluyor kötü kalpli yaşlı cadı…


Deniz aşkını kaybediyor,

Onu çalan, kumsallara saklanmıştı,


Hasreti ve hayalleri ona güç verdi,

Bu yüzden hiç bıkmadan saldırır kumsallara…

Biz



Ellerimiz bileklerinden zincirliydi,

Bir cam kırığını, parmaklarımızla karışlardık...

Günümüz hazan, saatimiz ise yoktu

Yağmur bulutlarının altında debelenirdik,

Nefretimizin kuşandığı başı yalnız sabahlarımıza...

Sigaramız biterdi

Biz harcanırdık,

Gözbebeklerimizin çivilendiği duvarlar

Hiç bir zaman inanmak istemeyeceğimiz gerçekleri söylerdi hep...

Masa başlarında eritilirdik def edilip,

Ve biz de siktir edip her şeyi,

Eritirdik kendimizi

Kendi sıcaklığımızla, kendi ateşimizle.

Bağrımızın nasıl yandığı ilgilendirmezdi kimseleri,

Ve o ateşlerden fışkıran dumanlarımız,

Hiç kimseye ilişmezdi,

Her zaman,

Başardığımız en kusursuz şey

Zehirlemekti kendimizi...


İşte! Orada!

Canımızı yakan camın açtığı yaralarımız,

Ve yarıkları

Cehennemin kapıları...

Daha ne kadar sızlayacaktık?


Düşlerin konup ağırlaştırdığı

Sırasız gecelerin bile bıkıp kendi kafalarına sıkacağı,

Kelimelerin kifayetsiz,

Ve bütün nedenlerin sonuçsuz kalacağı

Bir karmaşıklığın sarmaşıklarında dolanarak, kaybolup gitmek,

Ve ağlayabilmek içten içe, için için yaralanarak kurumuş bir dalın

Gölgesinde,

Hiç bir şey için,

Hiç kimse için...


Heba olmuş onlarca zamanı

Yeniden diriltip umutlarla kuşatan sokaklarda,

Hiç bir sır kapısı sağlam kalmamıştı artık,

Işıltılı gözleriyle bakıyorlar,

Sokak lambaları,

Trafik lambaları,

Arabaların farları,

Evlerin ışıkları,

Yıldızlar,

Sustalılar,

Bozuk paralar,

Cep telefonlarının ışıkları...

Ve gülümsüyorlar anlamsızca, kayıtsızca,

Konu o ana kadar asla belli olmamıştı...


Endüstriyel bir beynin sahip olabileceği en azami duygularla,

Dudağı yarım aralık ve gergin bir gülüşün çekiştirdiği tebessümlerle

Makinasız bir yaşam sıcaklığı vaad ediliyordu sağdan soldan.

İnsanların ağızlarından,

Sıkıntılarından,

Sevinçlerinden...

Ve biz kulağımızdaki seslere güvenip kör olmuş gözlerimizle koşarken

Duvarlara tosluyorduk,

Bir şeylerin yanlış gittiğini,

Dermansızlığımızın sardığı başımızdan akan kanları hissederek

Kabul ediyorduk o bir şeyleri...


Acıların teninden kopan bir hücreyi

Tutup da bir sabah yıldızının ışığında aklara çıkaramazsın

Soyutluğa bağlı her pamuk ipliğine sararak belini, güç bela topladığın cesaretinle,

Ortaya çıktığın anda bir başına kalırsın gecenin tükendiği zamanlarda,

Sabahlar acımasızdır,

Sızlanışların, ağlayışların feryatların,

Düş kırıklıklarının ve daha emekleyemeden geberip giden

O sıkıca kavradığın umutların

Bu koca topraktan geminin kaptanları için

Anlamsız bir deniz çöpünden hiçbir farkı yok...

Ve hepimiz ağlarız,

Kan pıhtılaşır,

Kabuk bağlar yaralar,

Ve tekrardan

Ağlarız...


Resesif ruhumuzla kan kusarak beklediğimiz her gün doğumunda,

Odalarımızın başında bekleyen

Sivri dişli dürüst vampirlerimiz vardı,

Dokunuşlarıyla,

Bir kere daha  parçalanırdı içimiz, yorgun saat başlarında...

Bireysel bir sınırdaydı çektiklerimiz,

Gözlerimizi kapatıp çıldırırcasına çaldığımız

Bir piyanonun melodisiydi ölüm beklentimiz

Kimseler duymazdı,

Sadece çalardık ve uykuya sızardık

Kontrastının hiç olmazsa bir milim daha açık olmasını ümit ettiğimiz günlere,

Uyanışların beklentisi içinde...


Ama uyuyamazdık bir çok kereler,

Uykularımızı kaçırırdı yağmurlar,

Behçeleri ıslatırdı,

Dağıtırdı sisleri, uykuları, rüyaları, huzuru,

Her şeyi...

Islatırdı nefeslerimizi,

Yarıda kalan şarkılarımızı,

Her şeyimizi...


Muhtaç değildik aslında yağmur sonrası gökküşağına, gündüze,

Muhtaç değildik yağmur evveli karanlıklara, geceye,

Ölmüş ağaçların kovuklarına fısıldanan bir uktemiz vardı bizim

Anlatamadık kimselere, beceremedik belki,

Kimseler dinlememişti bizi, becerememişlerdi belki...

Aşırı dozda melankolik bombalar patlatan sarhoşluğun

Tam dibindeyken dürtmedi bizi hiç kimse,

Pataklamadı, tartaklamadı bedenimizi

Sormadı, sormadı susuzluğu...

Ellerin tuttuğu kalemlerde aramak, acı tabiki,

Unutulmaya mahkum etmek zorunda kaldığımız olmuşlukların

Bıraktığı bayatlamış mutluluğu...


Felçli kaldırımlarına tünerken şehrin,

Histerisine kapılmış bir şiddetin komasında hapsolduk,

Soru işaretleri gökten yağardı başımıza,

Ahmak ıslatan, yağan yağmurumuzun ismiydi...

Yüzümüze kapanan kapıların yollarında parçalandık,

Yedik birbirimizi, kendi ellerimizi, bazen,

Bazen bacaklarımızı, kollarımızı,

Beynimizi bazen, bazen de ruhlarımızı,

Her nağmenin delip geçtiği anason kokularında,

Bir yanımız konuşmaya müsait,

Ve bir o kadar da ihaneti kaldıramayacak kadar

Zarifti boşluğumuz,

Onun da kırıldı ayağı...


Her geceyi gündüze

Ve her gündüzün geceye çaktığı anlarda

Birbirimizin gıyabında şiirler tükürürdük kayıplarımız adına.

Hazan güneşlerin doğuşu için küfrederdik yetersizliğimize, noktalığımıza,

Yarı nemli dudaklarımızla...

Sövmeyi de iyi becerirdik,

Bizi şehrimiz dinlerdi,

Bizi zehrimiz mimlerdi,

Biz duvarlara anlatırdık,

Biz duvarlara yaslanırdık,

Duvarlardaki izler de bizim geçmişimiz olurdu,

Rüzgar aşındırırdı onları da zaman içinde...

Hiç içinde çözülüp giden piçlerdik,

Lanetimizin bizi bulduğu zanlı günlerimize ağlardık,

Tutunurduk,

Vazgeçerdik,

Yine söverdik,

Güç alırdık bazen,

Arada bir minnettar olur,

Arada bir de nefret ederdik.

Bir o kadar da iki yüzlüydük biz,

Oysa bir kaç harfin içinde ölüme terk edilmenin verdiği o kurutucu his,

Seslerimizin kulaklarımıza dokunduğu andan itibaren

İçimizde haykırışlardan oluşan dikenli duvarlara yapıştırırdı benliğimizi.

Ve biz yine sokaklarda kaybolurduk.


Hiç bir gitar doğru dürüst çalamazdı ellerimizdekileri,

Bizim yaşımızla ıslattığımız

Zamanı, saatleri, mevsimleri, yıpranmış paralarımızı

Gülümseyişlerimizi...

Omuzlarımızın arasındaki mesafeyi...


Bir şimşek çaktı aniden

Bir daha, bir daha çaktı ve bir kere daha üst üste,

Ve birden silinip gitti her şey,

Akıtıp götürdü, savurup süpürdü her şeyi.

Birimiz nefesinde kayboldu,

Birimiz zengin oldu,

Birimiz köşeyi döndü, ileriden...

Birimiz pezevenk, birimiz fahişe oldu,

Birimiz ilaç içti,

Birimiz evlendi,

Birimiz meşhur oldu, birimiz katil,

Birimiz kafasına sıktı,

Birimiz noktayı koydu, birimiz virgülü,

Birimiz soğuktan donarak öldü, parkta.

Birimiz tutuklandı,

Birimiz tutukladı,

Birimiz delirdi,

Birimiz ayyaş oldu,

Birimiz meslek sahibi.

Birimizin kolları koptu,

Birimiz felç oldu,

Birimizin yüzü yok oldu,

Birimiz yaşadı,

Birimiz çoktan öldü...


Yaşam içgüdüsüyle devinimlerimizin arasında emeklemeyi seçtik,

Avuçlarımızın çatladığı, kadim ellerimizle.

Gittik gidebildiğimiz yere kadar...

Ölümün hep bizimle olmasına rağmen kaçtık kaçabildiğimiz kadar,

Kimimiz koştuk koştuğumuz yere kadar, kimimiz yürümeyi seçti, kimimiz ilerledi,

Kimimiz kendi elleriyle kendi bedenini teslim etti,

Kimimiz kendi elleriyle başkalarının bedenlerini teslim etti sırasını tahmin etmek için

Kimimiz kayboldu hayatın renklerinde,

Kimimiz hiç bir şey göremedi bile,

Çırpınışlar hepimiz içindi ve devam ettik her şekilde,

Rüzgar gibi koşan ak boynuzlu atların her birinin,

Gözleri önünde...

Otobüsün İçinde

O otobüsün içinde sen giderken

Sadece demirden banklarda senin gidişini izleyebilmiştim...

Bir cam, senin vedaların ile el sallayışlarını ardında saklayıp

Bana nispet yaparcasına gösteren,

Sadece bir cam, tek bir darbeyle tuzla buz olabilen bir cam,

Nasıl bu kadar büyük bir set koyabilirdi ki önüme?


Saçların beline doğru, kuzgunumsu bir karanlıkta ve otobüsünün ışığı altında

Tekrardan bir veda havasıyla sallanıyordu,

Ağzımdan ses çıkmıyordu ne gariptir,

Gidişine bir türkü bile söyleyemedim...

Ve tekrardan o motor sesiyle çelik jantlar dönmeye başlarken,

Senin el sallayışlarına karşılık verdiğim esnada,

Aklımdan geçen sadece bir daha ne zaman dokunabileceğimdi sana...


Çabuk gitti otobüs,

Ani kalkış yapmıştı,

Başka zamanlar bırak kalkmayı, gelmek bile bilmezdi o lanet olası duraklara,

Ama bu defa böyle olmadı,

O koca otobüse binmeden evvel başını yasladığın göğsümde, izini taşıyarak,

Kalkıp giden o koca motorlunun arkasından ilerlemeye çalıştım,

Yeşil yanıyordu ışıkları yolunun üzerinde,

Seni kaçırıp götürebilmesi için bütün yollar müsaitti,

Kadere bak,

Ben sadece yürüdüm,

Yürüdüm,

Acıkmıştım

Yürüdüm

Ve koca şehrin karanlık kalabalığında

Tek günlük bir kelebeğin çimenlerde ölüme teslim olurken,

Harcadığı eforu,

Harcayarak

Kaybolup gittim,

Bir tek seni özleyerek...

İskambil Sihri

İrlanda da çok eskiden iskambil üzerinden 

Çok kuvvetli büyüler yaptığı söylenen

Bir kaç adamın yazdığı bir kitap bulmuştum,

İskambil büyüleri diye,

Öğrendiğim bir usulu kullanmak hiç nasip olmamıştı,

Ta ki şimdiye kadar,

Canım çok sıkılmıştı uyku da tutmadı

Bir iskambil destesi buldum

Ve kartları  simgesel anlamlarına göre

Önce iyice karıp

Daha sonra,

tek tek açtım


iyi takip et...


Kupa on


Sinek vale

Maça on

Karo as

Kupa vale

Sinek kız

Sinek ikili

Karo papaz

Sinek dört

Maça altı

Maça iki

Karo beş

Maça dört

Sinek altı

Maça vale

Kupa as

Kupa kız

Kupa iki

Maça as

Karo sekiz

Karo on

Kupa yedi

Sinek papaz

Sinek on

Karo altı

Maça papaz

Sinek beş

Kupa üç

Maça beş

Maça dokuz

Maça sekiz

Sinek sekiz

Karo vale

Kupa papaz

Karo iki

Maça kız

Maça üç

Sinek yedi

Kupa dokuz

Kupa altı

Sinek as

Karo dört

Karo üç

Karo yedi

Kupa beş

Kupa sekiz

Sinek üç

Maça yedi

Karo dokuz

Kupa dört

Sinek dokuz

Karo kız


bu simgelerin sırasına göre tek tek aklıma gelen ilk nesnelerin ismini, ''xacimbatum'' diyip aklımdan sayıklayarak

Duvarlara baktım,

Çünkü işin sırrı gereği bu duvarlar yıkılacaktı,

Düşündüm, düşündüm, düşündüm  


Odaklandım, odaklandım, odaklandım iyice

Ve.......
























Eee ne mi oldu?

Bir bok olmadı...



Canım çok sıkılıyor lan...

Göklere Bakarken (bilinçsizce)

İhtiyar yüzlü tahta masaların üzerinde yarı omuzla dikilirken pek bir heybetli,

Her yudumda geberttikleri içkilerin tıngırtılarıyla birlikte ise pek bir gaddar görünüyorlardı.

Ve ardlarında yükselen portrenin ismi ise;

Ağızlarından fışkıran her diyaloğun dokunduğu bir ''hayat'' tı.

Nikotin, delinmesi en güç atmosferdi,

Kafalar o atmosferin sınırını geçip fezanın diplerinde dolanan astronotlar gibi,

Şarkılar kurtarır mı seni?

Kollarında sıkışıp kanalizayson boruları gibi genişleyen damarlarında akan kanlar,

Ayıltabilir mi?

Veya bu yerden, (tabii ki) paranı ödeyip kurtluduğunda,

Kucağına atıldığın hayat,

Sana acıyıp da ceplerine sığdırabilir mi,

Sen bir hayli sarhoş gezerken sokaklarda...

 Neler oluyor bilemiyorum...

Veya ne konuştuğuma dair,

Çok da net bir fikrim yok...


Öyleyse içi dolu bir kaç şey söylemeye çalışmalı;


Hayatın boyunca omuzlarının üzerinde tuttuğun başının içindeki

Ahenk,

Yedi farklı renge bölünebilir şehrin ışıkları altında,

Caddeler bir hayli renkli de görünebilir ,

Bir hayli anlamsız da.

Ya da caddelerin üzerinde kayan arabaların motor gürültüleri ve korna sesleriyle birlikte,

Cok fazla kafa şişirici de gelebilir,

Evet, olabilir bu... Hayat, öyle değil mi?

Doğayı hayal edersin belki,

Belki de hiç bir şeyi,

Belki de plastik bir kabın dibinde kuruyan bir köfte olmayı, veya,

Ayaklarının tepindiği bir sahnede ki onun da altında debelenen,

Milyonlarca hayranı olan bir süperstar olmayı...

Neye yarar?

Üzerinde yürüdüğün kaldırımlardan köşeyi dönünce nereye varacağını

biliyorsun.

Ya da bilmiyorsun...


Üzerinde yapay bir köprünün uzandığı bir vadide gerçek aşkın ilk öpücüğünü duydum,

Nefesler solukları kesen bir gaddarlıkta, ama bir o kadar da aşık bir sese sahipti,

Hele ki saatler akşamüstüne doğru koşturunca,

Ben ve benim gibi, biz veya bizim gibi yalnızlar,

Hiç biri bu kadar huzur dolamazdı,

Öpmek, anlatayım,

Sadece gözleri kapatmak ve kendini Everest'in zirvesinden aşağıya fırlatmak,

Ama sonunda parçalanmak yerine, yeniden doğuşun olduğu bir intihar gibi,

Ölmek, sadece sevdiğinin,

Ellerinde,

Dudaklarına yaslanıp...


Ellerinden tutup tüm şehri ayaklarınla perçinlerken onunla birlikte,

Her adımında binlerce kere bir efsanenin yanında yaşadığının sevinciyle titriyorsun,

Temasınla birlikte, onun tenine,

Olacaklardan sen de sorumlu değilsin,

Kendi dünyanın içerisinde kaotik bir ekinoksun ilk rüzgarını duyarsın,

İçmek istersin birden, kahretsin,

''Şimdi içmeliyim işte'' dersin!

Sarhoşlar bilir belki, Her anın makinasız fotoğrafçılarıdırlar,

O anda bir şarkı, bir söz, bir tutuş, bir dokunuş,

Veya o anda yaşanılan mucizeyi ölümsüzleştirme yetisine sahip her şeyi,

İçkileriyle vaftiz edip kendi kanlarına geçirmek isterler,

Belki de tam manasıyla olmasa da aşk budur,

Hafif terlerden patlayan güneş yüzün orantılı bir şekilde

Yüzeyine saçılan ela gözler,

Ve kokusudur  burnun kanallarından geçip,

Kalbi her defasında zehirlerden arındıran,

Efsanedir, aşkın ta kendisidir...

Tanrım,

Belki de

ö
l
ü
m
s
ü
z
l
ü
k
t
ü
r.....


Ve tekrar o ihtiyar yüzlü masalara dönelim,

Gözlerinin yüksek tansiyonlarda attığı bir vakitte,

Nikotinle cebelleşen masaların arasından,

Dans ederek,

Yürümek istemek, geçip gitmek

(hesabı tabii ki ödeyip),

İsteyen bir sarhoşa anlatsan bu şehri

Ve bu şehrin içerisinde patlayan bir nahoşluk bombasını,

Söylesen ona,

Kaldırıp da elini,

Bakar da yüzüne

Eyvallah dostum, der de geçer belki...

15 Haziran 2012 Cuma

Bilmiyordu

Deri bir koltuğun kucağına gömülmüştü,


Gece baya ilerlemiş, pakedindeki son sigarayı çekip dudaklarına götürdü.


Çıplak sırtı koltuğun derisine yapışmıştı sıcaktan...




Koltuğun yanındaki sehpada duran kibriti alıp çaktı ateşini,


Sigarasının başını soktu ateşine,


Çıtır çıtır sesler nemli havayı yarıp geçti,


Tütün iyice tutuşmuştu,


Çok da umurunda değildi gerçi her ikisinin de.




Elindeki boş sigara pakedini avuçlarının içinde sıkmaya başladı,


Karşısındaki duvarda asılı zebra tablosuna baktı,


Hiç bir şey canlanmıyordu zihninde,


Sigaradan bir nefes çekip, dumanıyla halka yapmaya çalışıyordu


Bakışlarını çevirdiği tavanın gölgesinde dumanlar halkalardan çok,


Büzüşen hayaletlere benziyordu, becerememişti yine,


Sonra dumanlar silindi, kayboldu tavanın yüzeyine doğru,


Zaman geçmeye devam etti her zaman yaptığı gibi,


Elindeki sigaranın külleri,bir ölünün dermansızca uzandığı bir parmak gibi kıvrılarak birikmişti,


Sigaranın üzerinde...


Sonra kütlesi ayrıldı çarşaftan, yanan bedeninden,


Herif hala tavana bakıyordu,


Bitmek üzere olan sigarasından son bir nefes daha çekip küllüğünde söndürdü.


Elleriyle bileklerini sıvazladı,


Ayak uçlarından öteye uzanan parkelerin çizgilerinde


Kendine bir yol çizerken aklına bir soru takıldı,


Her gün,


Her iç çekişte sorduğu yegane soru,


Bu hayat nasıl geçecekti?


En sonunda içinde kavrulduğu bu yazının başlığına baktı.

Sepia

Aks ederek raksa koşan sonbaharın yaprakları,

Sokaklar boyu sürüklenerek,

Güzel bayanların ve temiz görünümlü beyefendilerin,

Parkın köşelerinde sızmış ayyaşların,

Bedenleri üzerinde sürükleniyorlar..

Baktığın zaman son bahar diyebilirsin,

Solgundur belki hava, biraz kırgınlıkla karışık mide bulantısına sahiptir,

Ama o karşında yükselen binaların üzerine çakılı pencerelere baktığında

O pencerelerin ardında yaşayanların taştan örülü diyarlarına doğru,

Sabahın beşinde, altısında, yedisinde,

O hafif yazdan kalma esintilerle bedenın sürtündüğünde o yaprakların ruhuna,

İyi bak bir daha taştan dünyalara,

Herkesin ardında kalan tek canlı olduğunu hissedersin belki,

Belki riyakarlıkla sonraları karalarsın bu defteri ama,

Siktir çekip durduğun dertlerini

Sana kimsesizliğin taşıdığında,

O yaprakların neler hissettiğini anlayacaksın,

Tabi sonbaharın da...

Yarı Parçaya Beceriksizce Bir Serenat

Bilinen en güzel diyarın adresine uzanan karayolları gibi hepsi ayrı ayrı, ve gölgeli,

En güzel sesleri, en güzel rüzgarları haykırtabilecek kadar fırtına dolu saçlarınla,

Ulaşmaya, yakınında olsa bile yüreğimin fırtınasıyla gayret edebileceğim,

Bulutlardan hayalinle doğan gökkuşağından aşağa kayabilerek ancak,

Öpebileceğim,

Korlarının şiddeti kadar narin,

Ve içinden hazineler seçebileceğim dudaklarınla,

Tenimin özlem histerisiyle yaklaşarak

Dokunduğu andan itibaren,

Bir elmas parıltısıyla gözlerimi ve kalbimi,

Durduracak gibi olan ipek tenli,

En kıymetli hazinesin sen...

F-16

Herhangi bir şey,

Galiba herhangi bir şey,

Sanırım herhangi bir şey,

Veyahut herhangi bir şey,

Aslında herhangi bir şey,

Belki de herhangi bir şey,

Bir ihtimal herhangi bir şey,

Ya da herhangi bir şey,

Gecenin tam ortasında bir tutkuyu sayıklatacak kadar,

Sarhoş edebilir bir insanı...

14 Haziran 2012 Perşembe

Hıımmphh

Tenekeyi bük ve ızdırabını dinle,

Hafif bir koku yayılacak etrafa sanırım,

O kokuyu havayı içine çekme zahmeti göstermeden de hissedebilirsin.

Mayhoş bir arpa aroması.

Sonra bütün gördüklerinin bir ağaç olduğunu düşün,

(en azından düşünmeye çalış)

(ya da hiç takma boşver)

Apartmanlar, caddeler, evinin içi,

Arabalar, kaldırımlar, logar kapakları,

Ve daha cehennem sürüsü şey olabilir..

Endüstriyel bir orman,

Ve o ormanın, burnunun kanatlarından sinüslerine doğru yapışan arpa kokusu,

Ağaçların soluğu.


Ve aklının ucuna kayıp bır şarkının yankısı vursun,

Gözlerinin arkasından içeriye doğru...


Büktüğün teneke altıya vardığında,

Başını geriye,

Sırtının üzerine  doğru çek ve,

Sadece söyle...

Her ne bok söyleyeceksen.

Kağıtlar İçin Başka Bir Yol yok

Hırvat attı kalemi elinden,

Kravatının iğnesine ilişti parmakları, tırnak aralarını kazıdı hafifçe.

Nefesi güçlüydü gibi, ama olmasa da öyle görünüyordu masasının başında,

Ama dışarıda soluk almakta güçlük çekiyordu.

Kurmalı antika saat susalı dört saat otuz yedi dakika olmuştu.

Gerildi ve bıraktı kendini sandalyenin üzerinde,

Kalakaldı öylece...

Kolundaki çalışan saatine baktı, ama aklına kaç olduğunu öğrenmek gelmedi bile, sadece baktı,

Nasıl göründüğüne bile bakmadı, sadece saate baktı...

Kravatını çözüp gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı teker teker, alttan yukarıya doğru.

Ardından ortada beliren şişmiş yağlı göbeğinde gezindi sağ eli

Önce diyaframının olduğu yere doğru ince bir kavis,

Ve sonrasında göbek deliğinin bir iki parmak üzerine kuvvetli bir baskı uyguladı.

evet her şey hazırdı, acıyordu...

Önündeki masaya saçılmış bomboş kağıtlara baktı,

Hepsini bir araya getirip, masanın yüzeyine dikey bir şekilde yavaçşa fakat çevik bir titizlikle vurarak hizaladı.

Sonra vaz geçip, her birini yan yana, masanın üzerini kaplayacak şekilde dizmeye karar verdi,

Böylesi onun için daha iyi olmuştu...

Şimdi tam anlamıyla hazırdı her şey,

Şişmiş karnı heyecandan ağrımaya başlıyordu, patlayacak kıvama gelmişti artık...

Hırvat ayağa kalktı,

Ve belini masanın kenarına dayadı.

Bükülerek iki eliyle şişmiş karnına baskı uyguladı,

Göbeğinin deliğinden yavaşça, yoğun bir kıvamda sarımtırak tonlarda irin kütleleri çıkmaya başlıyordu,

Bölünmeden, tıpkı bir tüpten çıkan diş macunu gibi delikten çıkıyor, altındaki kağıtların üzerlerine yayılıyordu.

Baskısını daha da şiddetlendirdi,

Göbeğinin deliğine neşterler batıyormuş gibi hissetse de,

Rahatlıyor ve mutlu olmaya başlıyordu,

Daha rahat almaya başlıyordu şimdi nefesini, irinler boşaldıkça,

Ve bu boşaltımdan sonra hırvat iyice zayıflamıştı,

Sandalyeye yığılıp derin derin nefesler verdi,

Masanın altındaki viski şişesini çıkarıp, şişeden biraz yudumlandı,

Bir şarkı çalsaydı daha iyi olabilirdi diye düşündü ama fazla gerek duymadı,

Pantolonunun cebinden sigara pakedini çıkarıp içinden bir sigara alıp yaktı,

Masanın üzerindeki dev irinlerin kağıda karışmasını izledi,

Hırvat mutluydu,

Artık içini dökmüştü...

Müzik Kutusu

Önce bir kağıda kopyalayıp sonra da attı,

Kalbindeki bütün müsveddeleri...

Siyah döşemenin üzerinde nefes nefes yok olan mumun cılız ateşinde dans ettirdi ellerini.

Sükunet okşadı saçlarını,

Odasının güçsüzleşen ışığı suratını karaladı biraz biraz.

Pencere açıktı,

Gitti kapattı.

Sonra öylece dikildi cama alnını dayayıp,

Dikildi,

Dikildi,

Bekledi...


Bir şeyler yükseliyordu göğsünün içinden yukarıya doğru,
 

Ciğerlerinden medet umarak, her verdiği soluğunda
 

Dışarı atmaya çalışıyordu o içindeki burukluğu,



Anılarıyla karışmış masallarını düşünüyordu,


Çocukluğunun sindiği zihinsel duvarların yıkılan kalıntılarında

Onu hatırlamayan, yüzünü unutan anıları ve masalları.
 


Saçları ağırlaşmaya başladı,

Kaldıramadı başını..



 

Tavana çakılı kalmış bir melek çırpınıyordu odada.

Çırpınışları boyunca kanatlarından dökülen tozlar aydınlattı içerisini.

 


Başını eğip geri çevirdi sessizce
 

Küçük, tozlanmış, eski bir müzik kutusuna ilişti gözleri,

Avuçlarının içine alıp yüzüne yaklaştırdı.

Üfledi, tozlar meleğin kanadından dökülenlerle karıştı.

Kapağını kaldırdı,

Kutunun kolunu kurdu,

Mışıl mışıl, anlatıyordu müzik kutusu.

Ve notaları, kanatların çırpınışlarıyla ahenkli bir şekilde doldurdu boşluğu,

Odanın duvarlarından,

Kulaklarından içeriye akıyordu her şey,

Yüzünü okşuyordu melodiler...



Kalp,

Atmaya devam etti...

Müzik,

Çalmaya devam etti...

Müzik

bitti,

Kalp,

durdu...

Provadan Sonra Konser Başladı Ve Hepimiz Sıçtık

İplerinin hepsi hazırdı,

Gerginliği, parmaklarının gücüyle emrine amadeydi,

Kendisi de hazırdı ve,

Oynatmaya başladı kuklaları,

Al yanaklı renkli gözlü tahtadan kuklalar,

Hareketlenmeye başladılar...



Ve devam etti, hareketleri doğaçlamaydı.

Aklına gelmiyordu hiç bir şey

Olabildiğince çaresiz,

Olabildiğince güçsüz, ve olabildiğince

Anlamsız olması gerekiyordu,

Bir tek bunu becerebiliyordu...


 

Kuklalar,

Oynadıkça yüzlerinin takındığı boş ifadeler, daha bir göze batıyordu.

Ve birbirlerine eşlik eden bu ''cansız'' canlıların,

Ruhsuz vücutlarında debelenen ''bir şeyler'' le birlikte,

Oluşturdukları,


Takırtılı sesler çıkartması,

Bombok ediyordu bütün atmosferi...


 

İpleri parmaklarından bıraktı,

Orospunun çocukları da öylece yığılıp kaldılar zeminin üzerinde.

Eklemlerinden bükülmüş, kırılgan

Temiz yüzlü orospu çocukları,

Az evvel yaşayıp, şimdi öldüler,

Ama onlar, hiç içten, kendiliğinden hareket edemediler,

Hiç içten, kahkaha atamadılar,

Hiç gülemedile kendiliğinden.



Ve içlerinden,

Gülümseyenlerinkinin simaları ise, yüzlerine yedikleri bıçak darbelerinden başka bir şey değildi,

Acı olmalıydı, ama hissedemezlerdi.
 

Ve evet, onlar hiç gülmedi,

Fesatlıktan hiç haberleri yoktu.


 

Ayaklarının dibindeki aciz tahtaları bir süre izledi,

Koltuğa yığılıp takvimini kontrol etti

Gözlerini kapatıp, kendisini dinledi bir müddet.

Tekrar kuklalara baktı,

Kollarına,

Bacaklarına,

Gövdelerine,

Yüzlerine,

Gözlerine...

İçlerinden birisinin ona seslendiğini sandı.

Aniden koltuğundan fırladı,

Kuklaları çabucak aldı,

Kaldırıp,

Yere çarptı hepsini,

Bir daha aldı, kaldırdı,

Bir daha yerlere çaldı hepsini,

Defalarca, yerlere çarparak parçaladı

Hıçkıra hıçkıra, kusa kusa, defalarca yine, yeniden...

Kafaları, tahta bedenlerinden ayrıldı,

Uzuvları dört bir yana saçıldı,

Ortalıkta, damarları kıymıktan kuru cesetler,

Ve onlara dikilmiş iki çift göz...

Okuma yazma bilmezdi,

Fakat,

Tüm şartlar müsaitti,

Şimdi gidip kesebilirdi bileklerini...