İhtiyar yüzlü tahta masaların üzerinde yarı omuzla dikilirken pek bir heybetli,
Her yudumda geberttikleri içkilerin tıngırtılarıyla birlikte ise pek bir gaddar görünüyorlardı.
Ve ardlarında yükselen portrenin ismi ise;
Ağızlarından fışkıran her diyaloğun dokunduğu bir ''hayat'' tı.
Nikotin, delinmesi en güç atmosferdi,
Kafalar o atmosferin sınırını geçip fezanın diplerinde dolanan astronotlar gibi,
Şarkılar kurtarır mı seni?
Kollarında sıkışıp kanalizayson boruları gibi genişleyen damarlarında akan kanlar,
Ayıltabilir mi?
Veya bu yerden, (tabii ki) paranı ödeyip kurtluduğunda,
Kucağına atıldığın hayat,
Sana acıyıp da ceplerine sığdırabilir mi,
Sen bir hayli sarhoş gezerken sokaklarda...
Neler oluyor bilemiyorum...
Veya ne konuştuğuma dair,
Çok da net bir fikrim yok...
Öyleyse içi dolu bir kaç şey söylemeye çalışmalı;
Hayatın boyunca omuzlarının üzerinde tuttuğun başının içindeki
Ahenk,
Yedi farklı renge bölünebilir şehrin ışıkları altında,
Caddeler bir hayli renkli de görünebilir ,
Bir hayli anlamsız da.
Ya da caddelerin üzerinde kayan arabaların motor gürültüleri ve korna sesleriyle birlikte,
Cok fazla kafa şişirici de gelebilir,
Evet, olabilir bu... Hayat, öyle değil mi?
Doğayı hayal edersin belki,
Belki de hiç bir şeyi,
Belki de plastik bir kabın dibinde kuruyan bir köfte olmayı, veya,
Ayaklarının tepindiği bir sahnede ki onun da altında debelenen,
Milyonlarca hayranı olan bir süperstar olmayı...
Neye yarar?
Üzerinde yürüdüğün kaldırımlardan köşeyi dönünce nereye varacağını
biliyorsun.
Ya da bilmiyorsun...
Üzerinde yapay bir köprünün uzandığı bir vadide gerçek aşkın ilk öpücüğünü duydum,
Nefesler solukları kesen bir gaddarlıkta, ama bir o kadar da aşık bir sese sahipti,
Hele ki saatler akşamüstüne doğru koşturunca,
Ben ve benim gibi, biz veya bizim gibi yalnızlar,
Hiç biri bu kadar huzur dolamazdı,
Öpmek, anlatayım,
Sadece gözleri kapatmak ve kendini Everest'in zirvesinden aşağıya fırlatmak,
Ama sonunda parçalanmak yerine, yeniden doğuşun olduğu bir intihar gibi,
Ölmek, sadece sevdiğinin,
Ellerinde,
Dudaklarına yaslanıp...
Ellerinden tutup tüm şehri ayaklarınla perçinlerken onunla birlikte,
Her adımında binlerce kere bir efsanenin yanında yaşadığının sevinciyle titriyorsun,
Temasınla birlikte, onun tenine,
Olacaklardan sen de sorumlu değilsin,
Kendi dünyanın içerisinde kaotik bir ekinoksun ilk rüzgarını duyarsın,
İçmek istersin birden, kahretsin,
''Şimdi içmeliyim işte'' dersin!
Sarhoşlar bilir belki, Her anın makinasız fotoğrafçılarıdırlar,
O anda bir şarkı, bir söz, bir tutuş, bir dokunuş,
Veya o anda yaşanılan mucizeyi ölümsüzleştirme yetisine sahip her şeyi,
İçkileriyle vaftiz edip kendi kanlarına geçirmek isterler,
Belki de tam manasıyla olmasa da aşk budur,
Hafif terlerden patlayan güneş yüzün orantılı bir şekilde
Yüzeyine saçılan ela gözler,
Ve kokusudur burnun kanallarından geçip,
Kalbi her defasında zehirlerden arındıran,
Efsanedir, aşkın ta kendisidir...
Tanrım,
Belki de
ö
l
ü
m
s
ü
z
l
ü
k
t
ü
r.....
Ve tekrar o ihtiyar yüzlü masalara dönelim,
Gözlerinin yüksek tansiyonlarda attığı bir vakitte,
Nikotinle cebelleşen masaların arasından,
Dans ederek,
Yürümek istemek, geçip gitmek
(hesabı tabii ki ödeyip),
İsteyen bir sarhoşa anlatsan bu şehri
Ve bu şehrin içerisinde patlayan bir nahoşluk bombasını,
Söylesen ona,
Kaldırıp da elini,
Bakar da yüzüne
Eyvallah dostum, der de geçer belki...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder