16 Haziran 2012 Cumartesi

Biz



Ellerimiz bileklerinden zincirliydi,

Bir cam kırığını, parmaklarımızla karışlardık...

Günümüz hazan, saatimiz ise yoktu

Yağmur bulutlarının altında debelenirdik,

Nefretimizin kuşandığı başı yalnız sabahlarımıza...

Sigaramız biterdi

Biz harcanırdık,

Gözbebeklerimizin çivilendiği duvarlar

Hiç bir zaman inanmak istemeyeceğimiz gerçekleri söylerdi hep...

Masa başlarında eritilirdik def edilip,

Ve biz de siktir edip her şeyi,

Eritirdik kendimizi

Kendi sıcaklığımızla, kendi ateşimizle.

Bağrımızın nasıl yandığı ilgilendirmezdi kimseleri,

Ve o ateşlerden fışkıran dumanlarımız,

Hiç kimseye ilişmezdi,

Her zaman,

Başardığımız en kusursuz şey

Zehirlemekti kendimizi...


İşte! Orada!

Canımızı yakan camın açtığı yaralarımız,

Ve yarıkları

Cehennemin kapıları...

Daha ne kadar sızlayacaktık?


Düşlerin konup ağırlaştırdığı

Sırasız gecelerin bile bıkıp kendi kafalarına sıkacağı,

Kelimelerin kifayetsiz,

Ve bütün nedenlerin sonuçsuz kalacağı

Bir karmaşıklığın sarmaşıklarında dolanarak, kaybolup gitmek,

Ve ağlayabilmek içten içe, için için yaralanarak kurumuş bir dalın

Gölgesinde,

Hiç bir şey için,

Hiç kimse için...


Heba olmuş onlarca zamanı

Yeniden diriltip umutlarla kuşatan sokaklarda,

Hiç bir sır kapısı sağlam kalmamıştı artık,

Işıltılı gözleriyle bakıyorlar,

Sokak lambaları,

Trafik lambaları,

Arabaların farları,

Evlerin ışıkları,

Yıldızlar,

Sustalılar,

Bozuk paralar,

Cep telefonlarının ışıkları...

Ve gülümsüyorlar anlamsızca, kayıtsızca,

Konu o ana kadar asla belli olmamıştı...


Endüstriyel bir beynin sahip olabileceği en azami duygularla,

Dudağı yarım aralık ve gergin bir gülüşün çekiştirdiği tebessümlerle

Makinasız bir yaşam sıcaklığı vaad ediliyordu sağdan soldan.

İnsanların ağızlarından,

Sıkıntılarından,

Sevinçlerinden...

Ve biz kulağımızdaki seslere güvenip kör olmuş gözlerimizle koşarken

Duvarlara tosluyorduk,

Bir şeylerin yanlış gittiğini,

Dermansızlığımızın sardığı başımızdan akan kanları hissederek

Kabul ediyorduk o bir şeyleri...


Acıların teninden kopan bir hücreyi

Tutup da bir sabah yıldızının ışığında aklara çıkaramazsın

Soyutluğa bağlı her pamuk ipliğine sararak belini, güç bela topladığın cesaretinle,

Ortaya çıktığın anda bir başına kalırsın gecenin tükendiği zamanlarda,

Sabahlar acımasızdır,

Sızlanışların, ağlayışların feryatların,

Düş kırıklıklarının ve daha emekleyemeden geberip giden

O sıkıca kavradığın umutların

Bu koca topraktan geminin kaptanları için

Anlamsız bir deniz çöpünden hiçbir farkı yok...

Ve hepimiz ağlarız,

Kan pıhtılaşır,

Kabuk bağlar yaralar,

Ve tekrardan

Ağlarız...


Resesif ruhumuzla kan kusarak beklediğimiz her gün doğumunda,

Odalarımızın başında bekleyen

Sivri dişli dürüst vampirlerimiz vardı,

Dokunuşlarıyla,

Bir kere daha  parçalanırdı içimiz, yorgun saat başlarında...

Bireysel bir sınırdaydı çektiklerimiz,

Gözlerimizi kapatıp çıldırırcasına çaldığımız

Bir piyanonun melodisiydi ölüm beklentimiz

Kimseler duymazdı,

Sadece çalardık ve uykuya sızardık

Kontrastının hiç olmazsa bir milim daha açık olmasını ümit ettiğimiz günlere,

Uyanışların beklentisi içinde...


Ama uyuyamazdık bir çok kereler,

Uykularımızı kaçırırdı yağmurlar,

Behçeleri ıslatırdı,

Dağıtırdı sisleri, uykuları, rüyaları, huzuru,

Her şeyi...

Islatırdı nefeslerimizi,

Yarıda kalan şarkılarımızı,

Her şeyimizi...


Muhtaç değildik aslında yağmur sonrası gökküşağına, gündüze,

Muhtaç değildik yağmur evveli karanlıklara, geceye,

Ölmüş ağaçların kovuklarına fısıldanan bir uktemiz vardı bizim

Anlatamadık kimselere, beceremedik belki,

Kimseler dinlememişti bizi, becerememişlerdi belki...

Aşırı dozda melankolik bombalar patlatan sarhoşluğun

Tam dibindeyken dürtmedi bizi hiç kimse,

Pataklamadı, tartaklamadı bedenimizi

Sormadı, sormadı susuzluğu...

Ellerin tuttuğu kalemlerde aramak, acı tabiki,

Unutulmaya mahkum etmek zorunda kaldığımız olmuşlukların

Bıraktığı bayatlamış mutluluğu...


Felçli kaldırımlarına tünerken şehrin,

Histerisine kapılmış bir şiddetin komasında hapsolduk,

Soru işaretleri gökten yağardı başımıza,

Ahmak ıslatan, yağan yağmurumuzun ismiydi...

Yüzümüze kapanan kapıların yollarında parçalandık,

Yedik birbirimizi, kendi ellerimizi, bazen,

Bazen bacaklarımızı, kollarımızı,

Beynimizi bazen, bazen de ruhlarımızı,

Her nağmenin delip geçtiği anason kokularında,

Bir yanımız konuşmaya müsait,

Ve bir o kadar da ihaneti kaldıramayacak kadar

Zarifti boşluğumuz,

Onun da kırıldı ayağı...


Her geceyi gündüze

Ve her gündüzün geceye çaktığı anlarda

Birbirimizin gıyabında şiirler tükürürdük kayıplarımız adına.

Hazan güneşlerin doğuşu için küfrederdik yetersizliğimize, noktalığımıza,

Yarı nemli dudaklarımızla...

Sövmeyi de iyi becerirdik,

Bizi şehrimiz dinlerdi,

Bizi zehrimiz mimlerdi,

Biz duvarlara anlatırdık,

Biz duvarlara yaslanırdık,

Duvarlardaki izler de bizim geçmişimiz olurdu,

Rüzgar aşındırırdı onları da zaman içinde...

Hiç içinde çözülüp giden piçlerdik,

Lanetimizin bizi bulduğu zanlı günlerimize ağlardık,

Tutunurduk,

Vazgeçerdik,

Yine söverdik,

Güç alırdık bazen,

Arada bir minnettar olur,

Arada bir de nefret ederdik.

Bir o kadar da iki yüzlüydük biz,

Oysa bir kaç harfin içinde ölüme terk edilmenin verdiği o kurutucu his,

Seslerimizin kulaklarımıza dokunduğu andan itibaren

İçimizde haykırışlardan oluşan dikenli duvarlara yapıştırırdı benliğimizi.

Ve biz yine sokaklarda kaybolurduk.


Hiç bir gitar doğru dürüst çalamazdı ellerimizdekileri,

Bizim yaşımızla ıslattığımız

Zamanı, saatleri, mevsimleri, yıpranmış paralarımızı

Gülümseyişlerimizi...

Omuzlarımızın arasındaki mesafeyi...


Bir şimşek çaktı aniden

Bir daha, bir daha çaktı ve bir kere daha üst üste,

Ve birden silinip gitti her şey,

Akıtıp götürdü, savurup süpürdü her şeyi.

Birimiz nefesinde kayboldu,

Birimiz zengin oldu,

Birimiz köşeyi döndü, ileriden...

Birimiz pezevenk, birimiz fahişe oldu,

Birimiz ilaç içti,

Birimiz evlendi,

Birimiz meşhur oldu, birimiz katil,

Birimiz kafasına sıktı,

Birimiz noktayı koydu, birimiz virgülü,

Birimiz soğuktan donarak öldü, parkta.

Birimiz tutuklandı,

Birimiz tutukladı,

Birimiz delirdi,

Birimiz ayyaş oldu,

Birimiz meslek sahibi.

Birimizin kolları koptu,

Birimiz felç oldu,

Birimizin yüzü yok oldu,

Birimiz yaşadı,

Birimiz çoktan öldü...


Yaşam içgüdüsüyle devinimlerimizin arasında emeklemeyi seçtik,

Avuçlarımızın çatladığı, kadim ellerimizle.

Gittik gidebildiğimiz yere kadar...

Ölümün hep bizimle olmasına rağmen kaçtık kaçabildiğimiz kadar,

Kimimiz koştuk koştuğumuz yere kadar, kimimiz yürümeyi seçti, kimimiz ilerledi,

Kimimiz kendi elleriyle kendi bedenini teslim etti,

Kimimiz kendi elleriyle başkalarının bedenlerini teslim etti sırasını tahmin etmek için

Kimimiz kayboldu hayatın renklerinde,

Kimimiz hiç bir şey göremedi bile,

Çırpınışlar hepimiz içindi ve devam ettik her şekilde,

Rüzgar gibi koşan ak boynuzlu atların her birinin,

Gözleri önünde...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder